top of page

Tazminat Davaları ve Malpraktis

     Kişinin çeşitli zararlara uğraması halinde zarar verenden, koşulları mevcutsa maddi manevi tazminat talep etme hakkı bulunmaktadır. Haksız fiillerden kaynaklanan maddi manevi tazminat davaları, trafik kazasından kaynaklanan maddi manevi tazminat davaları, sözleşmelerden kaynaklanan alacak ve tazminat davaları söz konusu olabilmektedir.

     Günümüzde özellikle doktor hataları ve doktor uygulamaları sebebiyle birçok vatandaş mağduriyet yaşamaktadır. Sağlık sektörü ve sağlık hukuku alanında talep edeceğiniz haklarınızı bir avukat aracılığıyla talep etmek faydanıza olacaktır. Zira bu husus dikkate alınırlığınızı artıracağı gibi tazminatınıza daha erken kavuşmanızı sağlayacaktır.

  Özellikle devlet hastanelerinde meydana gelen olayların kamusal yönü de bulunduğundan idare mahkemeleri nezdinde de dava açılabileceği hususu gözden kaçırılmamalıdır. Bu noktada hak kaybına uğramamanız adına başvurulacak merciiyi avukatınızın belirlemesi faydanıza olacaktır.

    Hatalı tıbbi uygulama (malpraktis), hatalı davranış veya görev ihmali sonucu bir yaralanmaya ya da zarara yol açmaktır. Buradaki hata kavramı kastı da kapsamaktadır. Anayasamızın 90. Maddesinin 5. fıkrası gereği iç hukukumuzun parçası olan Avrupa Biyotıp Sözleşmesi’nin 4. maddesinde malpraktis kavramı ile ilgili olarak “Araştırma dâhil, sağlık alanında her müdahalenin, ilgili meslekî yükümlülükler ve standartlara uygun olarak yapılması gerekir.” şeklinde düzenleme mevcuttur. Hasta Hakları Yönetmeliği m. 11’de ise malpraktis “Tababetin ilkelerine ve tababet ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı ve ya aldatıcı mahiyette teşhis ve tedavi yapılamaz.” şeklinde ifade edilmiştir. Türk Tabipler Birliği Hekimlik Mesleği Etik Kuralları’nın 5. maddesinde hekimlerin görevlerini ve yükümlülükleri açıklanmış, 13. maddesinde ise malpraktis kavramı “bilgisizlik, deneyimsizlik ya da ilgisizlik nedeniyle bir hastanın zarar görmesi “hekimliğin kötü uygulaması” anlamına gelir.” şeklinde tanımlanmıştır. Tıbbi Hizmetlerin Kötü Uygulanmasından Doğan Sorumluluk Kanunu Tasarısı m.3-d’de ise “Tanımlar” başlığı altında Tıbbi Kötü Uygulama kavramına yer verilmiş olup maddede malpraktis “Sağlık personelinin, kasıt veya kusur veya ihmal ile standart uygulamayı yapmaması, bilgi veya beceri eksikliği ile yanlış veya eksik teşhiste bulunması veya yanlış tedavi uygulaması veya hastaya tedavi vermemesi ile oluşan ve zarar meydana getiren fiil ve durum” olarak tanımlanmıştır.

    Yani malpraktis günümüz tıp teknolojisinin geldiği en son noktaya göre hekimin edinmiş olduğu bilgilerini tıbbi müdahale sırasında tıbbın gereklerine uygun olarak göstermemesi, tıbbi standardın altında hizmet vermesi veya hiç vermemesi durumunda ortaya çıkar. Teşhis hatası ve tedavi sonrası yükümlülüklerin ihlali de tazminat sorumluluğunu gündeme getirebilir.

     Yargıtay’a göre, “Doktor ve hastane, hastasının zarar görmemesi için, mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu tıbbi açıdan zamanında ve gecikmeksizin saptayıp, somut durumun gerektirdiği önlemleri eksiksiz biçimde almak, uygun tedaviyi de yine gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır. Asgari düzeyde dahi olsa, bir tereddüt doğuran durumlarda, bu tereddüdünü ortadan kaldıracak araştırmalar yapmak ve bu arada da, koruyucu tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında bir seçim yaptırırken, hastanın ve hastalığın özellikleri göz önünde tutulmak, onu risk altına sokacak tutum ve davranışlardan kaçınılmak ve en emin yol seçilmelidir. Gerçekten de müvekkil (hasta), mesleki bir iş gören vekilden, tedavinin bütün aşamalarında titiz bir ihtimam ve dikkat göstermesini beklemek hakkına sahiptir. Gereken özeni göstermeyen vekil, BK’nun 394/1. maddesi hükmü uyarınca, vekâleti gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır. Tıbbın gerek ve kurallarına uygun davranılmakla birlikte sonuç değişmemiş ise, doktor ve hastane sorumlu tutulmamalıdır.” (Yargıtay 13. H.D. 2008/4519 E. ve 2008/10750 K. sayılı içtihadı)

     Hekim tazminat sorumluluğu kapsamında hafif kusurundan dahi sorumludur. Cezai sorumlulukta ise öncelikle tıbbi müdahaleye uyan ve TCK’da suç olarak düzenlenen hukuka aykırı hareket bulunmalıdır. Hekimin TCK sebebiyle sorumluluğu, genel olarak yaralama kavramının unsurlarını oluşturduğu için taksirle veya kasten yaralama olarak görülmektedir. Hekimin tıbbi malpraktis oluşturan hareketinin hangi suç içerisinde değerlendirilmesi gerektiği hususu ise somut olayın özelliklerine göre incelenerek tespit edilecektir. Meydana gelen netice öngörülebilen/öngörülemeyen bir netice ise vefakat ÖNLENEBİLECEK bir netice ise bu malpraktistir ve hekimin sorumluluğu gündeme gelir.

 

T.C.

YARGITAY

4. HUKUK DAİRESİ

E. 2021/16903

K. 2021/3853

T. 29.6.2021

 

‘’Davacı vekili; davacıların desteği ...'nın 18/07/2007 ilaç içmek suretiyle intihara teşebbüs ettiğini, hastanedeki bir takım ihmaller zinciri neticesinde hayatını kaybettiğini, hastanın direnç göstermesi sebep gösterilmek suretiyle hiçbir tedavi uygulanmadığını, Mut Asliye Ceza Mahkemesi'nin 2012/738 esas 2014/769 karar sayılı dosyası ile davalı sanığın 9 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına dair verilen kararın kesinleştiğini, müteveffanın ölümüne davalının ihmalinin neden olduğunu belirterek; fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla, davacılar ... ve ... için 1.000,00'er TL maddi tazminatın davacılar ... ve ... için 60.000,00'er TL davacılar ... ve ... için 20.000,00'er TL manevi tazminatın olay tarihi olan 18/07/2007 tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini talep etmiştir. Davacılar vekili ıslah dilekçesiyle ... için 106.978,30 TL, ... için 88.874,62 TL maddi tazminat talebinde bulunmuştur.

Davalı Sağlık Bakanlığı vekili; görev ve yetki itirazlarının bulunduğunu, davanın idari yargıda açılmasının gerektiğini, husumet itirazlarının bulunduğunu, zamanaşımı ve ön şart eksikliği itirazlarının bulunduğunu, esas yönünden davanın reddini savunmuştur.

Davalı ... vekili; müvekkilinin hasta için yapması gereken her şeyi yaptığını, bu durumun tanık beyanları ile sabit olduğunu, hastanın midesinin yıkandıktan sonra sevk işlemlerinin yapıldığını, yetkili ve görevli mahkeme itirazlarının bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Bölge Adliye Mahkemesince; istemin ileri sürülüş biçimine göre davacının, davalıların hizmet kusuruna dayandığı, davalı Sağlık Bakanlığı'na bağlı Mut Devlet Hastanesi'nin kamusal kurallar çerçevesinde faaliyet göstermekte olup eylem ve işlemleri de kamusal nitelikte ve kamu hizmeti kavramı çerçevesinde olduğu, kamu hizmetinin görülmesi sırasında ve hizmet kusurundan doğan zararların gideriminde ise idari yargının görevli olup mahkemece, davalı Sağlık Bakanlığı yönünden yargı yolu bakımından görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yazılı şekilde davanın esası incelenerek reddine karar verilmesinin hatalı olduğu, diğer davalı doktor ... yönünden ise; kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yaparken kişilere zarar vermesi, ilgili kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturduğu, bu durumda sorumlunun, kamu görevlisinin emrinde çalışmakta olduğu kamu kurumu olup dava o kurum aleyhine açılması gerektiği gerekçesiyle davalıların istinaf başvurusunun kabulüyle ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak; davalı Sağlık Bakanlığı yönünden davanın yargı yolu bakımından usulden reddine, davalı ... yönünden davanın husumet yokluğu nedeni ile usulden reddine karar verilmiş; istinaf kararı, davacılar vekilince temyiz edilmiştir.

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle HMK 355. maddesindeki kamu düzenine aykırılık halleri resen gözetilmek üzere istinaf incelemesinin, istinaf dilekçesinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak yapılacağı kuralına uygun biçimde inceleme yapılıp karar verilmiş olmasına, dava şartları, delillerin toplanması ve hukukun uygulanması bakımından da hükmün bozulmasını gerektirir bir neden bulunmamasına göre taraf vekillerinin yerinde olmayan bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun olan hükmün HMK'nun 370/1. maddesi gereğince onanması gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan hükmün HMK'nun 370/1. maddesi gereğince ONANMASINA’’

 

T.C.

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

E. 2017/4-2599

K. 2020/732

T. 6.10.2020

• KAMU GÖREVLİSİNİN KUSURU NEDENİYLE TAZMİNAT ( Uyuşmazlığın Davanın Kamu Görevlisinin Hizmet Kusurundan Mı Yoksa Kişisel Kusurundan Mı Kaynaklandığı Burada Varılacak Sonuca Göre Davalıya Husumet Yöneltilmesinin Mümkün Olup Olmadığı Noktasında Toplandığı/Davalının Görevi Dışında Kalan Kişisel Kusuruna Dayanılmadığına Eylemin Görev Sırasında ve Görevle İlgili Olmasına ve Hizmet Kusuru Niteliğinde Bulunmasına Göre Davada Husumetin Kamu Görevlilerine Değil İdareye Düşeceği - Davanın İdare Aleyhine Açılıp Husumetin de İdareye Yöneltilmesi Gereği )

• HUSUMET ( Tazminat - Davalının Görevi Dışında Kalan Kişisel Kusuruna Dayanılmadığına Eylemin Görev Sırasında ve Görevle İlgili Olmasına ve Hizmet Kusuru Niteliğinde Bulunmasına Göre Davada Husumet Kamu Görevlilerine Değil İdareye Düşeceği/Davanın İdare Aleyhine Açılıp Husumetin de İdareye Yöneltilmesi Davalı Doktor Hakkındaki Davanın Husumet Yokluğu Nedeni İle Reddine Karar Verilmesi Gerektiği )

• HİZMET KUSURU ( Uyuşmazlığın Davanın Kamu Görevlisinin Hizmet Kusurundan Mı Yoksa Kişisel Kusurundan Mı Kaynaklandığı Burada Varılacak Sonuca Göre Davalıya Husumet Yöneltilmesinin Mümkün Olup Olmadığı Noktasında Toplandığı/Davalının Görevi Dışında Kalan Kişisel Kusuruna Dayanılmadığına Eylemin Görev Sırasında ve Görevle İlgili Olmasına ve Hizmet Kusuru Niteliğinde Bulunmasına Göre Davada Husumetin Kamu Görevlilerine Değil İdareye Düşeceği - Davanın İdare Aleyhine Açılıp Husumetin de İdareye Yöneltileceği )

 

‘’ÖZET : Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; eldeki davanın kamu görevlisinin hizmet kusurundan mı yoksa kişisel kusurundan mı kaynaklandığı, burada varılacak sonuca göre; davalıya husumet yöneltilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davalının görevi dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmadığına, eylemin görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlilerine değil, idareye düşmektedir. Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumetin de idareye yöneltilmesi gerekir.

O halde, yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilerek, davalı doktor hakkındaki davanın husumet yokluğu nedeni ile reddine karar verilmesi gerekirken işin esasının incelenmiş olması usul ve yasaya aykırıdır.

27. Ne var ki, personelin kişisel eylem ve davranışlarının idari eylem ve işlem sayılmadığını da burada hemen belirtmek gerekir. Gerçekten de Anayasa'nın 125/ son fıkrası uyarınca idare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür ve konusu suç olan emri yerine getiren kimsenin sorumluluktan kurtulamayacağı ( m. 137 ) düzenlenmiştir.

28. Görüldüğü üzere Anayasa'da kamu personelinin kanuna aykırı eylem ve işlemlerinden şahsen sorumlu tutulacağı ilkesinin de ayrıca kabul edildiği çok açıktır.

29. Memur veya kamu görevlisinin tamamen kendi iradesi ile kasten ya da kanunlardaki açık hükümler dışına çıkarak ve bunlara aykırı olarak suç sayılan eylemiyle verdiği zararlarda, eylem ile kamu görevinin yürütülmesi arasında objektif bir illiyet bağının varlığından söz edilemez. Bu gibi hallerin 657 Sayılı Kanun'un 13. maddesinin hukuksal alanı dışında tutulduğunda şüphe olmamalıdır.

30. Zira, görevden kolayca ayrılabilen ve görev dışında kalan kusurlu eylem ile kamu görevi arasındaki bağ kesilerek salt memurun ya da kamu görevlisinin kişisel kusuru ile karşı karşıya kalınmaktadır. İşte bu noktada görev kusuru ile kişisel kusurun ayrımında kişisel kusurun alanı ve unsurlarının açık bir biçimde saptanması önem taşımaktadır.

31. Bilindiği gibi, görev kusuru daha çok kamu görevlisinin görevinden ayrılamayan kişisel kusuru olarak kendini gösterir. Bu kişisel kusur, görev içinde ve dolayısıyla idarenin ajanına yüklediği ödev, yetki ve araçlarla işlenmektedir. Kişisel kusurda ise; kamu görevlisinin eyleminde açıkça ve kolayca görevinden ayrılabilen tasarruf ve hatalar görülür. Bir başka deyişle, kişisel kusurda idare nam ve hesabına hareket eden bir kamu görevlisinin idareye atıf ve izafe olunacak yerde, doğrudan doğruya kendi şahsına isnat olunan ve kişisel sorumluluğunu intaç eden hukuka aykırı eylem ve işlemleri belirgindir ve burada kamu görevlisi zarar doğurucu eylemini kamusal görevin yerine getirilmesi saiki ile ancak salt kişisel kusuru ile işlemiştir. Gerek öğretide gerekse yargısal kararlarda personelin kişisel eylem ve davranışları idari eylem ve işlem sayılmamış, kişisel kusura dayanan davaların inceleme yerinin adli yargı olduğu, hasmının da kişinin kendisi olduğu kabul edilmiştir ( Tekinay, S.S./Akman, S./Burcuoğlu, H./Altop, A.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 7. Bası, İstanbul 1993, s. 505; Ozansoy, C.: Tarihsel ve Kuramsal Açıdan İdarenin Kusurdan Doğan Sorumluluğu, Doktora Tezi, 1989, s. 330 ) .

32. Sonuç olarak, Anayasa'nın 129/5 ve 657 Sayılı Kanun'un 13/1. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabilir. İdare aleyhine böyle bir davanın açılabilmesi, hizmet kusurundan kaynaklanmış, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Kamu görevlisinin, özellikle haksız eylemlerde, Anayasa ve özel yasalardaki bu güvenceden yararlanma olanağı bulunmamaktadır.

33. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30.01.2013 tarihli ve 2012/4-729 E., 2013/163 K.; 10.07.2013 tarihli ve 2013/4-4 E., 2013/1035 K.; 26.02.2014 tarihli ve 2013/4-579 E., 2014/155 K.; 19.11.2014 tarihli ve 2013/4-1120 E., 2014/922 K.; 27.03.2015 tarihli ve 2013/4-1533 E., 2015/1099 K. ve 14.02.2018 tarihli ve 2017/4-1366 E., 2018/210 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.

34. Tüm bu açıklamalar ve ortaya konulan yasal düzenlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Davacıların, 12.05.2003 doğumlu çocukları ...'in rahatsızlığı sebebiyle getirildiği Sosyal Sigortalar Kurumu ( SSK ) Konya Doğumevi ve Çocuk Hastalıkları Hastanesinde doktor ...'un ihmali sebebiyle 25.05.2003 tarihinde vefat ettiğini ileri sürerek ve davalı doktoru hasım göstererek eldeki tazminat davasını açtıkları anlaşılmaktadır.

35. Davacıların bu iddiası, içerik bakımından davalı doktorun görevi sırasında ve yetkisini kullanırken işlediği bir kusura ve bu kusurun niteliği itibariyle de kamu görevlisinin ihmaline dayanmaktadır.

36. Hal böyle olunca, davalının görevi dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmadığına, eylemin görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlilerine değil, idareye düşmektedir. Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumetin de idareye yöneltilmesi gerekir.

37. O halde, yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilerek, davalı doktor hakkındaki davanın husumet yokluğu nedeni ile reddine karar verilmesi gerekirken işin esasının incelenmiş olması usul ve yasaya aykırıdır.’’

 

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

E. 2017/4-1425

K. 2021/1174

T. 7.10.2021

 

MANEVİ TAZMİNAT DAVASI ( Davalıların Görevleri Dışında Kalan Kişisel Kusuruna Dayanılmadığına Eylemin Görevleri Sırasında ve Görevleriyle İlgili Olmasına ve Hizmet Kusuru Niteliğinde Bulunmasına Göre Eldeki Davada Husumetin Kamu Görevlilerine Değil İdareye Düştüğü - Davanın İdare Aleyhine Açılması Husumetin de İdareye Yöneltilmesi Gerektiği )

• KAMU GÖREVLİLERİNİN GÖREV VE YETKİLERİ NEDENİYLE NEDEN OLDUKLARI ZARARLAR ( Öğretmen Olan Davalıların Eğitim Hizmeti İçerisinde Öğrencilerini Koruma ve Gözetme Görevinin Kapsamında Kamu Görevlisi Olan Öğretmenlerin Görev ve Yetkilerini Kullanmaları Sonucu Meydana Geldiği - Davanın İdare Aleyhine Açılması Husumetin de İdareye Yöneltilmesi Gerektiği/Manevi Tazminat )

• HİZMET KUSURU ( Manevi Tazminat Davası - Davalıların Görevleri Dışında Kalan Kişisel Kusuruna Dayanılmadığına Eylemin Görevleri Sırasında ve Görevleriyle İlgili Olmasına ve Hizmet Kusuru Niteliğinde Bulunmasına Göre Eldeki Davada Husumetin Kamu Görevlilerine Değil İdareye Düştüğü )

• HUSUMET ( Manevi Tazminat - Eylemin Davalıların Görevleri Sırasında ve Görevleriyle İlgili Olmasına ve Hizmet Kusuru Niteliğinde Bulunmasına Göre Eldeki Davada Husumetin Kamu Görevlilerine Değil İdareye Düştüğü/Davanın İdare Aleyhine Açılması Husumetin de İdareye Yöneltilmesi Gerektiği )

 

‘’ÖZET : Dava, manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacının kızının babası tarafından cinsel tacize uğradığını öğretmenlerine anlatması üzerine davalı öğretmenler gerekli yerlere durumu bildirmişlerdir. Bu bildirim davalıların hem kamu görevlisi hem de öğretmen olmaları sebebiyle görevleriyle ilgili olup, davacının talebi de bu kapsamda hizmet kusuruna dayanmaktadır. Öğretmenlerin öğrencileri yararına hareket etmesi görevlerinin gereği olduğu gibi bir cinsel istismar olayının yaşandığı veya yaşandığı şüphesinin dahi yetkili makamlara bildirilmesi öğretmenlerin etik ve yasal yükümlülüklerinin gereğidir. Somut olayın öğretmen olan davalıların eğitim hizmeti içerisinde öğrencilerini koruma ve gözetme görevinin kapsamında, diğer bir anlatımla kamu görevlisi olan öğretmenlerin görev ve yetkilerini kullanmaları sonucu meydana geldiği anlaşılmaktadır. Hâl böyle olunca; davalıların görevleri dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmadığına, eylemin görevleri sırasında ve görevleriyle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlilerine değil, idareye düşmektedir. Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumet de idareye yöneltilmelidir.

UYUŞMAZLIK

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davanın dayanağının davalı öğretmenlerin kamu görevi yetkilerini kullanmalarından veya görevlerini yerine getirmelerinden mi, yoksa adli makamlara yaptıkları ihbarlarından mı kaynaklı zarardan doğan tazminat istemine ilişkin olduğu; buradan varılacak sonuca göre davalıların pasif husumet ( taraf ) ehliyetlerinin olup olmadığı ve mahkemece işin esasına girilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

Kamu görevlisi, 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun ( TCK ) 6. maddesinin 1. fıkrasının ( c ) bendinde; "...kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişi" olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, kişinin kamu görevlisi sayılması için aranacak yegâne ölçüt, gördüğü işin bir kamusal faaliyet olmasıdır.

14. Kamusal faaliyet de anılan madde gerekçesinde; "Anayasa ve kanunlarda belirlenen usullere göre verilmiş olan bir siyasal kararla, bir hizmetin kamu adına yürütülmesidir" şeklinde belirtilmiştir.

15. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4. maddesinin 1. fıkrasında, “Kamu hizmetleri; memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve işçiler eliyle gördürülür” hükmü bulunmaktadır.

16. Kamu personelinin mali sorumluluğuna ilişkin düzenlemeler öncelikle Anayasa olmak üzere ilgili kanunlarda yer almaktadır.

2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının:

“Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40/3. maddesi “…Kişinin, Resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.”

İdareye karşı yargı yolunu düzenleyen “Yargı yolu” başlıklı 125. maddesinin 1. fıkrasının ilk cümlesi: “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.”, son fıkrası da “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”

Kamu görevlilerinin görev ve sorumluluklarını düzenleyen 129. maddesinin 1. fıkrası “Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.” aynı maddenin 5. fıkrası ise; “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.”

Hükümlerini içermektedir.

17. Görüldüğü üzere, Anayasa'nın 40/3, 125/ son ve 129/5. maddeleri ile uygulamanın çerçevesi net olarak çizilmiş; “memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, rücu edilmek şartı ile ancak idare aleyhine açılabileceği” açıkça ifade edilmiştir.

18. Anayasa'nın bu hükümleri ile amaçlanan, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu davrandıklarından bahisle haklı ya da haksız olarak yargı mercileri önüne çıkarılmasını önlemek, kamu hizmetinin sekteye uğratılmadan yürütülmesini sağlamak ve aynı zamanda zarara uğrayan kişi yönünden de memur veya diğer kamu görevlisine oranla ödeme gücü daha yüksek olan Devlet gibi bir sorumluyu muhatap kılarak kamu düzenini korumaktır.

19. Bu Anayasal hükümlerle aynı doğrultuda düzenleme 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 13. maddesinde de yer almaktadır. 657 Sayılı Kanun'un “Kişilerin Uğradıkları Zararlar” başlıklı 13. maddesinin 06.06.1990 tarih 3657 Sayılı Kanun'un 1. maddesiyle değişik 1. fıkrasında; “Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kâğıtların ilgili personel tarafından zimmete geçirilmesi hâlinde, zimmete geçirilen miktar, cezai takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.” hükmü düzenlenmiştir.

20. Diğer taraftan uyuşmazlığın çözümünde 2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 129/5. maddesinde yer alan “yetkilerini kullanırken işledikleri kusur” ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin belirlenmesi önem taşımaktadır ki, bu noktada “kusur” ile ilgili açıklama yapılmasında yarar vardır.

21. Kusurun kanunlarımızda tanımı yapılmamıştır. Uygulama ve öğretide kabul görmüş tanıma göre kusur, hukuk düzenince kınanabilen davranıştır. Kınamanın nedeni, başka türlü davranma olanağı varken ve zorunlu iken, bu şekilde davranılmayarak, bu tarzdan sapılmış olmasıdır. Kısacası; kusur, genel tanımıyla hukuk düzeni tarafından bir davranış tarzının kınanması olup, bu kınama, o davranışın belirli koşullar altında bireylerden beklenen ortalama hareket tarzından sapmış olmasından kaynaklanır.

22. Yine öğreti ve uygulamadaki hâkim görüşe göre, sorumluluk hukuku açısından kusurun, kast ve ihmal ( taksir ) olmak üzere ikiye ayrılacağı kabul edilmektedir. Bu bağlamda, kast hukuka aykırı sonucun bilerek ve isteyerek meydana getirilmesi; ihmal ise, hukuka aykırı sonucu istememekle birlikte, böyle bir sonucun önlenmesi için gerekli önlemlerin alınmaması ve gereken özenin gösterilmemesidir ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.12.2003 tarihli ve 2003/11-756 E., 2003/743 K. sayılı kararı ).

23. İdare hukuku ilkeleri çerçevesinde olaya bakıldığında ise, bir kamu görevlisinin görev sırasında, hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun, kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı ve bu nedenle açılacak davaların ancak idare aleyhine açılabileceği bilinen ilkelerindendir ( Danıştay 10. Dairesinin 20.04.1989 tarihli ve 1988/1042 E.; 1989/857 K. sayılı kararı ).

24. Yeri gelmişken “yetkilerini kullanırken” ve “bu görevleri yerine getiren personel” kavramlarıyla amaçlananın ne olduğu üzerinde de durulmalıdır:

25. Devletin sorumluluğunun diğer bir şartı da zararın, memur ve diğer bir kamu görevlisi tarafından “görevini yerine getirirken” ve “görevle ilgili yetkilerini kullanırken” gerçekleştirilmiş olmasıdır.

26. Şu hâlde “görevin ifası” “yetkinin kullanılması” ile gerçekleşen zarar arasında işlevsel ( görevsel ) bir bağ bulunmalı; zarar, kamu görevi ( kamu yetkisi ) yerine getirilirken, bu görev ve yetki nedeni ile doğmuş olmalıdır.

27. Memur ve diğer resmi görevliler kamu görevlisi sıfat ve kapasiteleri dışında özel bir kişi olarak, özel hukuk hükümlerine göre özel işlerini yaparken üçüncü kişilere verdikleri zarardan doğrudan doğruya kendileri sorumludur ( Eren, Fikret: Borçlar Hukuku Genel Hükümleri, 10. Bası, İstanbul 2010, s. 590 vd. )

28. Ne var ki, personelin kişisel eylem ve davranışlarının idari eylem ve işlem sayılmadığını da burada hemen belirtmek gerekir. Gerçekten de Anayasa'nın 125/ son fıkrası uyarınca idare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür. Konusu suç olan emri yerine getiren kimsenin sorumluluktan kurtulamayacağı Anayasa'nın 137/2. maddesinde düzenlenmiştir.

29. Görüldüğü üzere Anayasa'da kamu personelinin kanuna aykırı eylem ve işlemlerinden şahsen sorumlu tutulacağı ilkesinin de ayrıca kabul edildiği çok açıktır.

30. Memur veya kamu görevlisinin tamamen kendi iradesi ile kasten ya da Kanunlardaki açık hükümler dışına çıkarak ve bunlara aykırı olarak suç sayılan eylemiyle verdiği zararlarda eylem ile kamu görevinin yürütülmesi arasında objektif bir illiyet bağının varlığından söz edilemez. Bu gibi hâllerin 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 13. maddesinin hukuksal alanı dışında tutulduğunda şüphe olmamalıdır.

31. Zira görevden kolayca ayrılabilen ve görev dışında kalan kusurlu eylem ile kamu görevi arasındaki bağ kesilerek salt memurun ya da kamu görevlisinin kişisel kusuru ile karşı karşıya kalınmaktadır. İşte bu noktada görev kusuru ile kişisel kusurun ayrımında kişisel kusurun alanı ve unsurlarının açık bir biçimde saptanması önem taşımaktadır.

32. Bilindiği gibi, görev kusuru daha çok kamu görevlisinin görevinden ayrılamayan kişisel kusuru olarak kendini gösterir. Bu kişisel kusur, görev içinde ve dolayısıyla idarenin ajanına yüklediği ödev, yetki ve araçlarla işlenmektedir. Kişisel kusurda ise; kamu görevlisinin eyleminde açıkça ve kolayca görevinden ayrılabilen tasarruf ve hatalar görülür. Bir başka deyişle, kişisel kusurda idare nam ve hesabına hareket eden bir kamu görevlisinin idareye atıf ve izafe olunacak yerde, doğrudan doğruya kendi şahsına isnat olunan ve kişisel sorumluluğunu intaç eden hukuka aykırı eylem ve işlemleri belirgindir ve burada kamu görevlisi zarar doğurucu eylemini kamusal görevin yerine getirilmesi saiki ile ancak salt kişisel kusuru ile işlemiştir. Gerek öğretide gerekse yargısal kararlarda personelin kişisel eylem ve davranışları idari eylem ve işlem sayılmamış, kişisel kusura dayanan davaların inceleme yerinin adli yargı olduğu, hasmının da kişinin kendisi olduğu kabul edilmiştir ( Tekinay, S. Sulhi/Akman, Sermet/Burcuoğlu, Haluk/Altop,Atilla: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 7. Bası, İstanbul 1993, s. 505; tanım yönünden Cüneyt Ozansoy, Tarihsel ve Kuramsal Açıdan İdarenin Kusurdan Doğan Sorumluluğu, Doktora Tezi, 1989, s. 330 ).

33. Diğer yandan, Uyuşmazlık Mahkemesi'nin 05.03.1966 tarihli ve 1965/64 E., 1966/1 K. sayılı kararı ve aynı görüşün devamı niteliğinde verdiği 17.03.1986 tarihli ve 1985/20-1986/27 Sayılı kararında “dikkatsizlik tedbirsizlik ve meslekte acemilik nedenleriyle verilen zararlarda ancak şahsi kusurun söz konusu olacağı”, “idarenin ajanı durumundaki kişilerin şahsi kusurları yönünden kendilerine açılan tazminat davalarının adli yargı yerinde görülmesi gerektiği” ilkesi benimsenmiştir ( Ozansoy, s. 247 vd.; Hukuk Genel Kurulunun 26/09/2001 tarihli ve 2001/4-595 E., 2001/643 K. sayılı kararı )

34. Sonuç olarak, Anayasa'nın 129/5. maddesiyle 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 13/1. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabilir. İdare aleyhine böyle bir davanın açılabilmesi, hizmet kusurundan kaynaklanmış, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Kamu görevlisinin, özellikle haksız eylemlerde, Anayasa ve özel yasalardaki bu güvenceden yararlanma olanağı bulunmamaktadır.

35. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 23.10.2018 tarihli ve 2017/4-1355 E., 2018/1553 K.; 30.04.2019 tarihli ve 2017/4-1394 E., 2019/494 K., sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.

36. 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun “Kamu görevlisinin suçu bildirmemesi” başlıklı 279. maddesinin 1. fıkrasında; “Kamu adına soruşturma ve kovuşturmayı gerektiren bir suçun işlendiğini göreviyle bağlantılı olarak öğrenip de yetkili makamlara bildirimde bulunmayı ihmal eden veya bu hususta gecikme gösteren kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” şeklinde düzenleme ile de açık ve net bir şekilde kamu görevlilerinin suçu bildirmemelerinin suç olarak cezalandırılması düzenlenmiştir.

37. Tüm bu açıklamalar ve ortaya konulan yasal düzenlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; sınıf öğretmeni olan davalılardan ... ve ...'ün nöbetçi oldukları gün davacının kızı Büşra'nın okul camını kırması üzerine, zekâ geriliği bulunan ve kaynaştırma öğrencisi olan Büşra ile konuşmak için yanlarına çağırdıklarında Büşra'nın babasının tacizine ilişkin anlatımları üzerine çocuğun dinlenmesi için durumu diğer davalı rehber öğretmen ...'e bildirdikleri, Büşra'nın rehberlik öğretmenine de aynı şeyleri anlatması nedeniyle okul idaresine haber verildiği, okul idaresine bildirimden sonra Gölbaşı Toplum Merkezi tarafından gelen uzmanlar tarafından düzenlenen 28.09.2007 tarihli raporda herhangi bir taciz vakasının saptanmadığının belirtildiği, ayrıca okul müdürünce 05.09.2007 tarihli yazı ile öğretmenlerden sınıflardaki öğrencilerin taciz olayına maruz kalıp kalmadıklarının araştırılmasının istenmesi üzerine davalı öğretmen ...'ın imzalı aynı tarihli yazı ile öğrencilerin taciz olayına maruz kalmadıklarının bildirildiği, ardından Ankara Barosu Çocuk Hakları Kuruluna yapılan ihbar üzerine Gazi Üniversitesi Çocuk Koruma Araştırma Uygulama Merkezinden destek istenmesinden sonra 07.12.2007 tarihinde çocuğun annesi, istismara uğradığı söylenen çocuk ve öğretmenleri ile yapılan görüşme üzerine değerlendirme raporu düzenlendiği, değerlendirme raporunda davacının kızı Büşra'nın babasının cinsel istismarına maruz kaldığı, yaşadığı ortamda gelişiminin tehlikeli olduğu, acilen korunma altına alınması gerektiğinin bildirildiği ve baba hakkında suç duyurusunda bulunulması kararına varıldığı, akabinde durumun Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına intikal ettiği, yapılan soruşturma sonunda davacı hakkında öz kızına karşı cinsel istismar suçundan dolayı iddianame düzenlenerek yargılama yapıldığı, gerek soruşturma gerekse de yargılama aşamasında tanık olarak dinlenen davalı öğretmenlerin tamamen davacının kızından duyduklarını ifadelerinde anlattıkları ve yapılan yargılama sonucunda davacının beraat ettiği anlaşılmaktadır.

38. Her ne kadar Özel Dairece yaşanan bu süreç sebebiyle davacının isteminin kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yerine getirirken meydana gelen bir zarardan dolayı tazminat istemine ilişkin olmadığı gerekçesiyle ilk derece mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiş ise de, davacının kızı B.'nın babası tarafından cinsel tacize uğradığını öğretmenlerine anlatması üzerine davalı öğretmenler gerekli yerlere durumu bildirmişlerdir. Bu bildirim davalıların hem kamu görevlisi hem de öğretmen olmaları sebebiyle görevleriyle ilgili olup, davacının talebi de bu kapsamda hizmet kusuruna dayanmaktadır.

39. Öğretmenlerin öğrencileri yararına hareket etmesi görevlerinin gereği olduğu gibi bir cinsel istismar olayının yaşandığı veya yaşandığı şüphesinin dahi yetkili makamlara bildirilmesi öğretmenlerin etik ve yasal yükümlülüklerinin gereğidir.

40. Yukarıda açıklanan nedenlerle; somut olayın öğretmen olan davalıların eğitim hizmeti içerisinde öğrencilerini koruma ve gözetme görevinin kapsamında, diğer bir anlatımla kamu görevlisi olan öğretmenlerin görev ve yetkilerini kullanmaları sonucu meydana geldiği anlaşılmaktadır.

41. Hâl böyle olunca; davalıların görevleri dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmadığına, eylemin görevleri sırasında ve görevleriyle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlilerine değil, idareye düşmektedir. Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumet de idareye yöneltilmelidir.’’

 

T.C.

YARGITAY

3. HUKUK DAİRESİ

E. 2020/8238

K. 2021/8422

T. 14.9.2021

 

HEKİM HATASI İDDİASINA DAYALI MADDİ MANEVİ TAZMİNAT ( Davacılar Müteveffanın Hiçbir Uzman Doktor Değerlendirmesi Olmadan Evine Gönderilmesinin İhmal Olduğunu İleri Sürdüklerine Göre Müteveffanın Davalı Tarafın Gözetimindeki Aşamada Mevcut Bulgulara Göre Kalp Krizi Geçirme Riski Olup Olmadığının Anlaşılıp Anlaşılamayacağının Belirlenmesi Gereği )

• YETERSİZ BİLİRKİŞİ RAPORU ( Hekim Hatası İddiasına Dayalı Tazminat - Müteveffanın Davalı Tarafın Gözetimindeki Aşamada Mevcut Bulgulara Göre Kalp Krizi Geçirme Riski Olup Olmadığının Anlaşılıp Anlaşılamayacağının Belirlenmesi Önem Arzetmekte Olup Hükme Esas Alınan Raporda İse Bu Hususlara İlişkin İnceleme Bulunmadığı Adli Tıp Raporlarında Değinilen İdari Kusura Yönelik Değerlendirme Yapılmadığı ve Davacıların İtirazlarının İncelenmediği )

• TEŞHİS VE TEDAVİDE ÖZEN YÜKÜMLÜLÜĞÜ ( Tazminat - Hükme Esas Bilirkişi Raporu Yetersiz Olup Müteveffanın Teşhis ve Tedavisinde Gerekli Özenin Gösterilip Gösterilmediği Çekilen Eforlu EGK'de Testin 4. Aşamada StSegment Çökmesi Gelişmesi Nedeniyle Pozitif Olarak Değerlendirilmesinin Derhal Müdahale Gerektiren Bir Husus Olup Olmadığının Denetimine Elverişli Ek Rapor Ya da Yeni Bir Bilirkişi Kurulu Raporu Alınarak Değerlendirileceği

 

‘’ÖZET : Dava, hekim hatası iddiasına dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Davacılar, müteveffanın ölüm sebebi olan kalp krizinin efor testindeki bulgulara göre tıbben öngörülebilir olduğunu, bu teste göre müteveffanın hastanede tutulması veya damarlarındaki tıkanıklıklara yönelik anjiyo yapılması gibi tedbirlerin alınması gerektiği halde, hiçbir uzman doktor değerlendirmesi olmadan evine gönderilmesinin ihmal olduğunu ileri sürdüklerine göre, müteveffanın davalı tarafın gözetimindeki aşamada, mevcut bulgulara göre kalp krizi geçirme riski olup olmadığının anlaşılıp anlaşılamayacağının belirlenmesi önem arzetmektedir. Hükme esas alınan raporda ise, bu hususlara ilişkin inceleme bulunmadığı, adli tıp raporlarında değinilen idari kusura yönelik değerlendirme yapılmadığı ve davacıların itirazlarının incelenmediği anlaşılmaktadır. Hükme esas alınan bilirkişi raporu bu haliyle yetersizdir ve hüküm kurmaya elverişli değildir. O halde, davalının açıklanan hukuki konum ve sorumlulukları, dosyada mevcut delillerle birlikte değerlendirilip, müteveffanın teşhis ve tedavisinde gerekli özenin gösterilip gösterilmediğini, 22.09.2011 tarihinde çekilen eforlu EGK'de testin 4. aşamada ST segment çökmesi gelişmesi nedeniyle pozitif olarak değerlendirilmesinin derhal müdahale gerektiren bir husus olup olmadığını, eforlu EKG talep, çekim ve değerlendirme sisteminin uygun olup olmadığını, müteveffa için yapılması gerekenle yapılanın uyuşup uyuşmadığını, yapılması gerekenle yapılan müdahale ve tedavinin ne olduğunu, tıbbın gerek ve kurallarına göre olayda doktor ve hastaneye kusur izafe edilip edilmeyeceğini gösteren, nedenlerini açıklayıcı, davacı tarafın itirazlarını karşılayacak mahiyette taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli ek rapor ya da gerektiğinde yeni bir bilirkişi kurulu raporu alınmak suretiyle sonucuna uygun karar verilmesi gerekir.

Dava, hekim hatası iddiasına dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davanın temeli vekillik sözleşmesi olup, özen borcuna aykırılığa dayandırılmıştır ( TBK 502-506 md ). Vekil, vekalet görevine konu işi görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de, bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın, yaptığı iş ve işlemlerin, davranışların özenli olmayışından doğan zararlardan dolayı sorumludur. Mesleki iş gören vekil özenle davranma zorunda olup, en hafif kusurundan bile sorumludur ( TBK 400 ). O nedenle doktor ve hastanenin meslek alanı içinde olan bütün kusurları hafifte olsa sorumluluğun unsuru olarak kabul edilmelidir. Vekil, hastanın zarar görmemesi için, mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu tıbbi açıdan zamanında ve gecikmeksizin saptayıp, somut durumunun gerektirdiği önlemleri eksiksiz bir şekilde almak, uygun tedaviyi de yine gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır. Asgari düzeyde dahi olsa bir tereddüt doğuran durumlarda, bu tereddütü ortadan kaldıracak araştırmaları yapmak ve bu arada da koruyucu tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında bir seçim yapılırken, hastanın ve hastalığın özellikleri göz önünde tutulmak, onu risk altına sokacak tutum ve davranışlardan kaçınmak ve en emin yol seçilmek gerekir. Gerçekten de müvekkil ( hasta ) mesleki bir iş gören vekilden, tedavinin bütün aşamalarında titiz bir ihtimam ve dikkat beklemek hakkına sahiptir. Gereken özen görevini göstermeyen vekil, TBK 510 maddesi hükmü uyarınca, vekaleti gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır.

Uyuşmazlığa uygulanması gereken bu yasal kurallara göre, vekilin en hafif kusurundan dahi hukuken sorumluluk altında olduğu gözetildiğinde, alınacak bilirkişi raporu önem kazanmakta ve taraf, hakim ve Yargıtay denetimine elverişli bulunması gerekmektedir. Bilirkişi; doktorun seçilen tedavi yöntemi ve tedavi aşamalarında gerekli titizliği gösterip göstermediğini, uygulanacak tedavi yöntemi ve aşamalarda gerekli titizliği gösterip göstermediğini, uygulanması gereken tedavinin ne olması gerektiğini, doktor tarafından uygulanan tedavinin ne olduğunu, ayrıntılı ve gerekçeli açıklamalı ve sonuca ulaşmalıdır. Bu bağlamda salt yapılan işlemin ne olduğunu açıklamak yeterli kabul edilemez. Kaldı ki, bilirkişi tarafların itirazlarını da mutlaka karşılamalı ve aydınlatıcı olmalıdır. Hakimin de bilirkişinin somut olayda görüşünün dosya kapsamına uygun olup olmadığını denetlemesi gerekmektedir ( TMK madde 4, HMK madde 198 ). Dairemizin kararlılık kazanmış uygulamaları ve içtihatları da bu yöndedir.’’

Mecidiyeköy Fulya Mh. Büyükdere Cad. Torun Center No:74/D K:10 D:43 Şişli/ İST

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
  • YouTube

©2022, Altunyurt Hukuk Bürosu & Danışmanlık. Tüm hakları saklıdır.

bottom of page